Şehir, şar, Medine… Hayat ölümün kardeşi, şehir de aslında köyün kardeşi.
Onu anlamak için köyü bilmek gerek. Çünkü şehri önceleyen köy… Köy,
Haldun’cu terminolojiyle bedevi ümranın mekânı. Az nüfus, güçsüz ekonomik
ilişkiler, uzmanlaşma ve işbölümündeki sınırlılık, temel geçim kaynağının
tarım ya da hayvancılık olduğu, pazarla iletişiminin ve etkileşiminin zayıf olduğu
bir yerleşim yeri. Herkesin birbirini tanıdığı, sosyal normların güçlü bir
şekilde yaşandığı, hayatın kolektif bir şekilde sürdürüldüğü, fizik ve metafizik
dünyanın sınırlarının şehre göre çok daha belirsiz olduğu bir dünya. Şehrin
yaşadığı tarihî değişime nispetle köy daha durağan… Köylerin hayat biçiminin
benzerlerine tarihin derinliklerine uzandığımızda da rastlarız. James. G.
Davis’e kulak verecek olursak, akıllı insan, yani homo sapiens, “yıldızın parladığı
anlar”dan birinde, rastladığı koyun sürüsünü takip eder, zaman zaman
“sürüden ayrılanlar”la et ihtiyacını karşılar, nihayet onları dar bir vadiye sıkıştırır.
Yegâne çıkış yerine de yerleşir. İşte ilk yerleşim! Demek ki medeniyet
dediğimiz o uzun süreçte insanoğlunun dehası kadar tabiatın sessiz varlıkları
da haklı bir yere sahipler. Önce birkaç ev, sonra birkaç ev daha, nüfus artışı,
köy hayatına katılan çevreden insanlar. Böyle bir yerleşim yerinin nasıl yavaş
yavaş büyüdüğünü hayal edebiliriz. Demek ki avcılık‐toplayıcılık dönemindeki
insan geniş bir çevrede hareket etmek durumunda olduğu için nerede
akşam orada sabah tabir caizse biraz “bohem” bir hayat yaşamaktaydı. Koyun
kadar ihtiyaç duyulan bitkilerin de yetiştirilmeye başlanmasıyla birlikte sabit
bir mekânda bulunma, “işleri” yerleşik olarak takip etme ve nihayet yerleşikliğin
getirdiği yeni bir hayat ritmi oluşturma hali ortaya çıktı. Bu arada yeri
gelmişken ağaç kökü, bitki tohumu toplama işi kadınlara ait olduğuna göre
tarıma geçişte, bu önemli medenî sıçramada Davis’in dediği gibi, bir kadın eli
aramak yanlış olmaz.