Her nefsin mutlak karşılaşacağı son olan ölüm, yaşamın her anında tekrarlanmaktadır. Bütün canlıları
kuşatsa da ölümün en derin etkisi, kuşkusuz öleceğini bilerek yaşayan tek varlık olan insanoğlu üzerindedir.
Yaşama dair tüm farklılıkların nötrlendiği bu noktada, ölüm ve sonrasına dair algılar, inanç-gelenek-sanat
bağlamında son derece değişkendir.
İslam inancında “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz” ayeti çerçevesinde
algılanan ölüm, Müslümanlar tarafından bir son olmaktan ziyade kaçınılması mümkün olmayan bir terhis-i
dünyâ ve asıl olana dönüş olarak görülmüştür. Simgesel içeriği son derece zengin olan İslam sanatında, bu
ölüm algısının somut yansımalarının açıkça izlendiği eserlerden biri şüphesiz mezar taşlarıdır. Dönemine
yönelik sunduğu kültürel verilerin yanısıra insana faniliğini derinden anlatan ince mesajlarla yüklü olan
mezar taşları, ebedi hayata yolculuğun tanığı olarak fani dünyâda bırakılan son izler olarak görülmüştür.
İslam öncesinde Anadolu dışında başlatılan Türk mezar taşı geleneği, asıl dikkat çekici gelişimini
İslam sonrasında Anadolu’da ortaya koymuştur. Bu köklü oluşumun en önemli hissedarı şüphe yok ki
Osmanlı Devleti’dir. Anadolu Türk sanatının ilk evrelerinden itibaren yaygın biçimde kullanılan mezar
taşları, Osmanlı döneminde gittikçe karakteristikleşen bir çizgide gelişimini sürdürmüştür. Osmanlı, pek
çok sanat dalında olduğu gibi mezar taşı konusunda da geleneğe dayandırdığı başlangıç noktasını, kendi
özünde dönüştürerek bu konuda özgün bir sanat dalının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Osmanlı mezar
taşlarının en zengin çeşitlilik arz eden uygulamaları başkent İstanbul’da yer almaktadır. 1453 tarihinde
fethi ile birlikte gerçek anlamda bir Türk-İslam kenti görünümüne bürünen İstanbul’da, oluşmaya başlayan
yeni kent kimliğinin önemli tamamlayıcılarından biri olan mezar taşları bu bağlamda sanatsal üslubun
gözlemlendiği eserlerin başında gelmektedir.
İstanbul sur içinde Fatih ilçesinde bulunan Davut Paşa Külliyesi haziresindeki mezar taşları bugüne
kadar akademik bir çalışma kapsamında değerlendirilmemiştir. 300’e yakın mezar taşının yer aldığı Davut
Paşa Külliyesi haziresinin konu edildiği bu kitap, Osmanlı sanatının 17. ve 19. yüzyılını kapsayan süreç
içerisinde geçirdiği sanatsal ve kültürel değişimi mezar taşlarına yansıyan boyutu ile incelemektedir.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun Türk mezarlıkları için kullandığı ‘zamanla açık havada teşekkül etmiş bir
kıyafet, mimari, tezyinat, hat ve teknik müzesi’ tanımlaması pek tabii Davut Paşa Külliyesi haziresi için
de geçerlidir. Çalışma kapsamında incelenen mezar taşları ait oldukları dönemlerin sanatsal anlayışının
yanında, tarihi topoğrafyası, demografisi, sosyal ve idari tarihi, aile yapısı, hastalıkları, kıyafetleri,
edebiyat ve dil kullanımı gibi pek çok özelliği hakkında bilgi vermektedir.
Olumsuz pek çok faktörün etkisiyle, bozulmanın her çeşidiyle yüz yüze bırakılan mezar taşlarının
İstanbul’daki tahribat süreci, gücünü yitirmeyen kirli kentleşme faaliyetleri ve toplumsal duyarlılığın
azalması oranında her geçen gün daha da hızlanmaktadır. Ayrıca toplumun tüm kesimlerinde bütüncül
bir farkındalık oluşturulması konusunda yeterince geç kalınmış olduğu gerçeği, bilim çevreleri ve kültür
bilincine sahip kişilerce kaygının yanında çaresizlikle izlenmektedir. Bu nedenle yok olma tehlikesi ile
karşı karşıya gelen hazirelerin tüm yönleriyle bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirilerek kayıt altına
alınması, toplum olarak maruz bırakıldığımız bilimsel ve kültürel kayıpların da aza indirgenmesini
sağlayacaktır.