Bu kitap; gizem, aşk ve büyülü gerçekliğin birbiriyle zarif dansıdır. Okur sadece izlemiyor, kendini o dansın içinde buluyor. Onlar, yazarın deyişiyle “zamanın kıyısında gezinen hikâyeler.” Karakterler hayattan kopmamış olsalar bile kendi atmosferlerinin arayışı içindeler. Ayrıca mekânın sınırlarında aranan ne, diye sorgulatıyor kitap.
“Dar bir Ăvludan bir karaltı çıktı, adımlarında asi ruhlara özgü bir boş vermişlik, yanıma geldi, benden kendisine âşık olmamı istedi.”
“Hızlanıyoruz, o kadar hızlanıyoruz ki otobüs şehri ikiye yarıyor. Girdiğimiz virajda otobüsün koca tekerleri, geniş camları, kaportası esniyor. Hissediyorum! Hiçbir metal böyle esneyip kıvrılamaz. Burası zamanın değiştiği yer olmalı, çünkü burada balkon tırabzanı üzerinde bir kadın da var. Bakışları kendi uçurumuna inebilecek soğuklukta.”
“Yas, her yerde yastır, ama sıkılan dişlerimin arasında olmamalı belki. Yaz ortasında kıvrılıp bükülemiyor insan yorgan altlarında. Evin içinde bir soba kuruyor. Soba bodrumda. Evde bir hüküm var, hüküm yaban otlarında. Aklın dengesini bozan ışık dışarıda, güneşte. Evde ceset kokusu. İnsan yaz ortasında güneş kusuyor, pis bir güneş kusuyor. Mutfak ne güzel ne çirkin, kavun ha sarı ha gri. Yaramaz bir iblis, zamanı kucaklamış koşuyor, sus yapıyor, göz kırpıyor sonra. Tam bu sırada ya da değil…”
“Sen, ama… döndün dolaştın kendi karanlık çağını eşeledin, sonra oraya sahipsiz, hasta bir köpek gibi kıvrılıp yattın.”
“Cepheleri sıvasız evler arasında uzayan ve uzadıkça karanlığın içinde kaybolan yola baktım. Bu fısıltılı ürperişin içinde, sanki evren de bir yılan gibi oraya doğru akarak varlığını yitiriyordu.”
“Evin taşlarına kadar sinmiş keskin bir koku her yeri kaplamıştı. Kokunun verdiği o tuhaf serinlik hissi, eşyanın dalmış olduğu alacakaranlık bir rüyadan geliyordu. Ve binanın yıllardır aralıksız gördüğü, sürekli genişleyen o rüya; kendi testisini çatlatmış, sızıyordu.”