Tabiatı gereği sosyal bir varlık olan insan, toplum halinde yaşama
mecburiyetindedir. Yaşadığı ortamda hayatını idâme ettirebilmek ve kimi
eksiklerini gidermek için de diğer insanlara ihtiyaç duyar. Toplu yaşama
zorunluluğu, insanların birbirlerine karşı olan muamelelerinde sebât ve istikrârı
gerektirir ki bu muamelelerin başında akit gelir.
Tarih boyunca toplumun yapısı ve ihtiyaç duyulan hususlar da göz önünde
bulundurularak insanlar arasında “akit” adı altında süregelen bu ilişkilerin
hukuki bir zemine oturtulması da kaçınılmaz olmuştur. Böylece yapılan
sözleşmelerde bağlayıcılık ve ahde vefa ön plana çıkarılmıştır. Ne var ki akdin
yapıldığı esnadaki şartlar her zaman tarafların iradeleri doğrultusunda devam
etmeyebilir. Yani akit yapıldıktan sonra fakat edimler henüz ifa edilmeden önce
öngörülemeyen, karşı konulamayan ve tarafların müdahalesinden bağımsız
kimi olaylar edimin ifasını imkânsızlaştırabileceği gibi, ancak taraflardan
birine akdin gerektirmediği ağır bir yük yüklemek suretiyle akdin devamını da
mümkün kılabilir. Aralarında doğal âfetlerin de yer aldığı bir takım olağanüstü
hadiseler neticesinde sözleşmenin bağlayıcılığı ve ahde vefa prensibine bağlı
kalınarak borçlu açısından ağır zararlara sebebiyet veriyor olsa bile sözleşmenin
devamı mı yoksa adalet ve iyi niyet prensipleri doğrultusunda borçlunun söz
konusu bu zarardan kurtarılması mı esas alınmalıdır? Tarih boyunca bu gibi
durumlarda söz konusu prensipleri uzlaştırmak suretiyle borçluyu, uğrayacağı
zarardan kurtarmak için birtakım yaklaşımlar ve çözüm önerileri ileri
sürülmüştür. Bu anlamda her halükarda sözleşmenin bağlayıcılığı prensibine
bağlı kalmayı tercih eden hukuk sistemleri olduğu gibi, “Beklenmeyen Hal”
ve “Mücbir Sebep” gibi bir takım nazariyeler geliştirmek suretiyle sözleşmeyi
değişen koşullara uyarlama veya sözleşmeye farklı bir boyut katma arayışına
giren hukuk sistemleri de olmuştur.