İnsan toplumsaldır, onun medeni ihtiyaçları vardır. O, siyasi toplum kuran ve kendini orada gerçekleştiren bir varlıktır. Toplum ve medeniyetin şartı, siyaset, hiyerarşi, düzen ve bunlara temel oluşturan kurallardır. Bu nedenle insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen toplumsal kurallar vardır. Bunlar içinde ahlakın ve hukukun büyük önemi vardır. İşte insan hakları, ahlak ile hukuk arasındaki geçiş kurallarıdır, denebilir.
Otoritenin devlet tekelinde toplandığı modern-ulus devlet karşısında güçsüz duruma düşen bireyin haklarının güvence altına alınması, bugün dünya gündeminde en üst sıralara oturan siyasî ve hukukî bir sorun haline gelmiştir. İslâm ve insan hakları ilişkisinin çeşitli yönleriyle ortaya konması da Müslümanların öncelikli bir sorunudur. Çünkü, çoğu Müslüman ülkelerde halk, tarihin çetin zamanları dışında daima özgür yaşamışken bugün sömürü ve despotizm altındadır.[1] Tablo hayret vericidir. Coğrafi keşiflerden itibaren Afrikalı insanlar, yurtlarından kaçırılıp köleleştirilmiş ve 30-40 yıl öncesine kadar da kokarca gibi görülmüşlerdir. İşte bu çalınmış insanların, bugün sahip olduğu hak ve özgürlüklerden, tarih boyunca özgür yaşamış Müslümanlar toplumların çoğu mahrumdur. Ayrıca, dini yorumlama konusunda son derece özgürlükçü görünen kimilerinin, dinî özgürlükler konusunda dün ihlalcilerin yanında durmuş olmaları da ayrı bir problemdir. Bu durum, İslâm siyasal kültürünün yeniden yapılanmasının ve çeşitli yönleriyle insan haklarının temeller ve ilkeler bazında ele alınmasının acil bir sorun olduğunu gösterir. Ayrıca Müslüman ülkelerde, yönetimin baskıcı ve temel hakları inkar eden politikasının meşrulaştırmak için ‘İslâm’ ismini veya fakihlerinin ortaçağdaki formülasyonlarını kullanması da Müslümanlar için yeni bir siyaset anlayışını kaçınılmaz kılmaktadır.
1998 yılından bu yana siyaset felsefesi, insan hakları, demokrasi, self-determinasyon, uluslararası hukuk, ekoloji ve çevre ahlakı gibi konularda okumalar ve araştırmalar yaptım. Bu süreçte, en çok teorik tutarlılık ve haklılık, felsefi temeller ve temellendirme gibi hususlar üzerine yoğunlaştım. Ancak, günümüz Batılı ilim ve fikir adamları yahut araştırmacılar, size ne derece tutarlı bir teori sunarlarsa sunsunlar, bunlar, pratikte sizi bir açmazla yüzleştiriyor. Çünkü felsefî temellendirme ve tutarlılık örüntüsü içinde sunular teoriler, uygulamada daima Batı'nın lehine, batılı olmayan ülkelerin de aleyhine işliyor. Batı, tüm İslam ülkelerinde demokrasinin, insan haklarının, kendilerinin aşmış durumda olduğu laisizmin, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü normlarının yerleşmesini istiyor. Niçin?
- Tüm bu normlar, Müslüman ülkelerin yararına ise ne oldu da Batı bunu istiyor? Oysaki Batı, İslam'a ve Müslümanlara karşı tarih boyunca hep husumet içinde olmuştur. Nitekim, günümüzdeki islamofobi olgusu, bu düşmanlığın sürdüğünü gösteriyor.
- İkinci olarak Batılı ülkelerin Müslüman ülkelerde de darbecileri desteklediği görülmektedir. Tunus'ta, Mısır'da ve Türkiye'deki darbelerde Batı ülkelerinin parmağının olduğu açık değil midir? Oysaki hukuk ve insan hakları ihlali en çok darbe yönetimlerinde görülür. Batı, neden demokrasilerin yerleşmeye başladığı ülkelerde darbecileri destekliyor? Başka ülkeleri demokrasi'ye aykırı uygulamaları ve insan hakları ihlalleri nedeniyle suçlayan, demokrasiyi yerleştirmek adına müdahalede bulunan Batı, neden darbecileri kullanıyor?
İnsan hakları ihlallerinden dolayı hükümetler üzerinde baskı kuran Batılı devletlerin darbe yönetimlerinden yana olması, onların başka ülkelere ithal etmeye çalıştığı demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları kavramlarının, bir maske olduğunu göstermektedir.
- Üçüncü olarak Batı, hukuk devleti normlarını uygulayan Türkiye'den terörle mücadele sürecinde neden Batılı anlamda demokrasi ve hukuk devleti normlarından ayrılmamasını istiyor. Dahası neden, terör örgütleri ve onların siyasî uzantıları ve sivil toplum kuruluşları (?) da devletin hukuk devleti normlarından ayrılmamasını istiyor? Terörle mücadelede hukuk devleti normlarına bağlı kalınması konusunda neden Batılı ülkeler ile terör örgütünün sözcüleri görüş birliği içindeler?
Acaba terör örgütü, terörle mücadelenin Hukuk çevresinde olmasını isterken kendi ayağına mı sıkıyor yoksa Avrupa Birliğinin insan hakları, demokrasi, hukuk devleti anlayışında mı bir sorun var?
Bugün hukuk düzeni ve insan hakları adına, suçlular ve teröristler karşısında insanları savunmasız bırakan yasaların varlığı da dikkat çekicidir. Öyleki, devletin hukuk dışına çıkmamasını en çok isteyenlerin teröristler ve onların destekçileri olması bu yüzdendir. Batılı ülkelerin, Türkiye'de insan hakları ihlalleri raporu hazırlamaları, hukuk devleti ve demokrasiden sapmalardan endişe etmeleri, terör ve ayrılıkçı gruplara destek mahiyetindedir.
İslam açısından anayasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, insan hakları gibi mefhumların ayrıntılı olarak ve en başka felsefî temelleriyle ele alınmasına ama oradan uyguluma biçimlerine kadar incelemesine tüm bu sorular nedeniyle ihtiyaç var. Çünkü, bu mefhumları, sonu karanlık bir çağdaşlaşma-modernleşme ideolojisi, Batı taklitçiliği ve dünyaya açılma arzusu için değil millet olarak geleceğimiz için ele almamız elzemdir. Bu mefhumları kendi tarih bilincimiz, millet olma şuurumuz, kültür ve irfanımız açısından yeniden yapılandırmamız gerekir.
İyiyi iyi olduğunu kavramadan almak da kötüyü kötü olduğunu kavramadan reddetmek de kusurdur. İyinin ne-için iyi olduğunu ve kötünün ne-için kötü olduğunu iyi bilmemiz gerekiyor.
Günümüzde, arka planı araştırılmayan hiç bir fikrin tekin olduğundan emin olunamaz. Öyleyse, siyaset, hukuk, insan hakları gibi temel konularda da Batı'dan alınan hiçbir fikri temellerinden pratiğine kadar incelemeden, sorgulamadan; kendi tarih, toplum, ilim ve fikir mirasımız açısından değerlendirmeden almak doğru değildir.
Burada insan hakları ve çağdaş dünyanın evrensel değerleri hâline gelen diğer kavramların truva atı gibi kullanıldığına dikkat çekmek gerekir. Siyaset, demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi konular, çok fazla ihlal, suiistimal (kötü amaçlı kullanım) ve çok standartlılığın görüldüğü konulardır. Bu konularda ortaya konulan teorik çerçeve ne derece tutarlı ve haklı olursa olsun, pratik başına buyruk hareket edebilmektedir. Üstelik demokrasi, hukuk ve insan haklarını ihlal edenler, bu kavramları çokça kullanmakta, bu kavramlar adına hareket ettiklerini ileri sürmektedir. Demokrasiyi kurtarmak adına, demokrasi dışı yollara başvuranlar; çoğunluğun iradesinin aksine hükümeti değiştirmek için ihtilale kalkışanlar, askerî müdahaleden söz edenler, darbeye girişiminde bulunanlar bunun tipik örneğidir.
Anlaşılıyor ki, Batılı ülkelerin kendileri için istediği demokrasi ve insan hakları ile sömürgeleştirmeye çalıştıkları ülkeler için istediği demokrasi ve insan hakları farklıdır. Onlar, farklı standartlar işletmektedir. İnsan hakları kavramı da truva atına dönüşmektedir. Bu durumda, demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları üzerinde teorik çalışmaların yararı nedir? Bunların amacı ne olmalıdır?
Her şeyden önce batılı devletlerin kendileri için istediği ile Müslüman ülkelere ihraç etmeye çalıştıkları arasındaki farkı tespit etmek. Teori ile pratik arasındaki uyuşmazlıkların kaynağını belirlemek.
İkinci olarak kendimiz için doğru bir teorik çerçeve belirlemek. Bu teorik çerçeve, bizim ilkesel düşünmemize ve ilkesel hareket etmemize imkân verecektir.
Aksi hâlde söz konusu kavramları inceleme ve açıklama sürecinde, yüzyıllardır çoğu ilim adamının içine düştüğü bir yanlışa düşmek kaçınılmaz olur. Bu yanlış, insan hakları, demokrasi, self-determinasyon, ekoloji felsefesi ve çevre ahlakı gibi konuları, Batı'nın sözcülüğünü üstlenerek açıklamaktır. Bunun sonucu, kendi kültürünü, inancını ve insanını küçümseyici bir üslup kullanmaktır.
Kendi medeniyetine, ilim, fikir ve kültür mirasına, toplum hayatına, inanç ve ahlakına sürekli şüpheyle yaklaşıp tenkit ederken, Batı'dan gelen kavram ve fikirleri sorgulamadan almak, bir aydın (?) ihanetidir. Maalesef ki bugün, toplumunuzda ve ilahiyat camiasında bunların bolca örneği var. Bunlar, Batı'dan ithal bir kavram, fikir ve ideolojiyi müsellem (doğruluğu kabul edilmiş) olarak alıp, bize ait olanı ona uygun olup olmamasına göre değerlendirirler. Örneğin, sömürgesi olmayan ve gizli bir vesayetten yeni kurtulmuş bir ülkenin ekonomisini, dünyanın çeşitli yerlerinde açık veya örtük kolonileri olan ülkelerin ekonomileri ile mukayese ederler. Eğitim sistemlerini karşılaştırırken ahlaki durumları dikkate almazlar. Çünkü onlara göre, Batı'nın eğitim sistemi nasılsa ileridedir, iyidir, olması gerekendir.
Eskiler, "İnsan düşünen canlıdır." demişlerdir. Doğrusu, sureten insan olan herkes düşünür. Ama bu, onların insan olmanın anlamına ve onuruna ulaştıkları anlamına gelmez.
İnsan, ilkesel düşündüğü zaman insan olur. İnanç ona ilkeler sunar. Birey de kendisi için ilkeler belirlediği, bu ilkelerle düşündüğü ve bu ilkelerle hareket ettiği zaman, insan olarak varoluşunu gerçekleştirir. İnsan organizmasına sahip olmak ile kendinde insan olmanın anlamını gerçekleştirmek farklıdır. Birey, insan olmanın anlamına inancı (ilkeliliği) kadar erer.
İşte insan hakları üzerinde teorik araştırmalarının en önemli amacı, bu konuda kendimiz için tutarlı, haklılık temeline sahip ilkeler saptamaktır. Aksi hâlde Batı'nın insandan tecrit edilmiş insan hakları standartları, sadece kafa karışıklığına yol açacaktır.
Kelam ekolleri, dillerin menşeini; akıl ve ruhun mahiyetini peygamberler olmaksızın insanların göçebe hayattan yerleşik hayata ve medeniyete geçip geçemeyeceklerini, ilim, kültür ve sanat oluşturup oluşturamayacaklarını tartışmışlardır. Bu bağlamda, nebevî bir başlangıç olmaksızın beşeri bir medeniyet mümkün olmadığı yolunda bir temayül de görülür. Bugün de Kelam ilminin, dinî inancın ve ilahî vahyin, çağdaş dünyanın, kültür ve değerlerini nasıl yönlendirip değerlendireceğini aslî bir mesele yapması gerekmektedir. Bu bakımdan, felsefî, siyasî, hukukî ve toplumsal bir önem taşıyan insan hakları kavramına Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkeler, ahlâk ve teoloji düzeyinde yaklaşmak; son derece önemi haizdir. Bu, İslâm hukukunda insan haklarını tespitten daha öncelikli ve ona da temel teşkil eden bir meseledir. Çünkü felsefesi, usul ve prensipleri tespit edilmeden kanun maddeleri tespit etmek, dayanaksız ve belirsiz kalacak, uygulanabilir ve ikna edici bir mahiyete sahip olmayacaktır.
Ayrıca, İslâm inancıyla insan hakları mefhumu arasındaki ilişki ve geçişlerin ortaya konması, bilgi ve fikir paylaşımının lüzum ve kabul gördüğü küreselleşen dünyada, mensupları dünya nüfusunun çeyreğinden fazlasını teşkil eden İslâm’ın rolünü de gösterecektir. Diğer taraftan insanlığın bugün ulaştığı felsefe ve bilgi açısından Kelam ilminin yeniden değerlendirilmesi ve yeni bir kelam anlayışının oluşmasına da katkıda bulunacaktır. Bu nedenle, bu çalışmada, İslam kelam ilmi açısından insan haklarının temellerini ortaya koymayı amaçlandı. Burada kelam ilmi derken, İslâm’ın inanç esasları, temel ilkeleri, varlık görüşü, dünyaya, hayat ve insana bakışını içeren bir çerçeveyi kastetmekteyiz. Bu, klasik Kelam’ın çerçevesini aşmaktadır. Ancak kelam ilmi, sadece Allah’ın sıfatlarını mantık önermeleriyle ortaya koymaya çalışan bir ilim olarak değil, bunun ötesinde insanın evrendeki varlıklarla ilişkisinin niteliği, insanın ve dünya hayatının anlamı, ahlâk ve değeri de konu alan ilmi ve felsefî muhtevasıyla düşünülmelidir.[2]
Temellendirme ise, iki anlamda kullanılmıştır.
Birincisi, insan haklarının doğruluk ve haklılığının, başka bir ifadeyle, aklî ve vicdanî açıdan gerekliliğinin gösterildiği mantıkî temellerinin ortaya konmasıdır (justification).
İkinci anlamda ise, dinî nass, ilke ve gayeler bağlamında insan haklarının gerekçelendiği ilmî-makul bir açıklama getirmektir (ta'sîl). Örneğin fıkıhta bir hükmün Kur'an'dan ve sünnetten dayandığı delilleri göstermek böyledir.
Bu araştırma da esas itibariyle, Din’in temel ilke ve gayelerinin insana hangi hakları tanımanın imkân ve gerekliliğini temellendirdiğini tespite yöneliktir. Başka bir ifadeyle, bu çalışmada, insan haklarının güvencelerinin İslâm siyasî düşüncesinin temel kaynağı olan Kur’an’dan çıkartılacak ilkeler açısından neler olabileceği veya olması gerektiği tespite çalışılacaktır. Dolayısıyla, bazen fakihlerin görüşlerine atıfta bulunulsa da konu kelâmî açıdan ele alınacaktır. Ortaya konulan yaklaşımlar zaman zaman İslâm tarihinde görülen pratiklerle örneklendirilmekle birlikte amaç, ilkesel ve teorik çerçevenin belirlenmesi olacaktır.
Konunun iki esas meselesi vardır:
Birincisi, İslâm’ın ortaya koyduğu felsefe ve ilkeler, çağdaş Batılı insan hakları anlayışını nasıl karşılamaktadır?
İkincisi, insan haklarının ilahî bir kaynağa sahip oluşunun geniş anlamı nedir? İslâm’ın insana ve hayata bakışı, getirdiği toplumsal düzenlemeler insana hangi hak ve özgürlükleri tanımayı gerektirmektedir? Başka bir deyişle, tezin konusu, İslâm’ın insan için hangi hak ve özgürlükleri, hangi felsefî temellerle ortaya koyduğunun belirlenmesidir. Bu sebeple, insan haklarıyla ilgili çağdaş beyannamelerde sıralanan haklarının İslâm hukukundaki ilgili hükümlerle birebir kıyaslanması konumuz dışında kalmaktadır.
Bu kitap, 2003 tarihinde tamamlanan "Kelamî Açıdan İnsan Haklarını Temellendirme Sorunu" adlı doktora tezine dayanmaktadır.
Tez, uzun bir "Giriş"i takip eden iki bölümden oluşmaktaydı. İlk bölümde, İslam'da, soyut anlamda insan haklarını temellendiren ilkeler ele alınmakta, ikinci bölümde ise insan haklarının İslam'ın siyasete yön veren ilkeleri açısından yeri tartışılmaktaydı.
Tez, şu ana kadar bütün olarak yayımlanmadı. Bunun yerine, tezin bazı kısımları, gözden geçirilerek makaleleştirildi ve yayımlandı. Makaleler hazırlanırken, bazen konu ve tartışmalar, yeni bilgiler ve düşüncelerle zenginleştirildi ve geliştirildi. Bunun sonucunda, tezde verilen bilgiler ve ulaşılan sonuçlar, yapılan yorumlar ve değerlendirmeler tekrar tekrar gözden geçirilmiş oldu.
Bu çalışma, söz konusu makalelerden, tezin ikinci bölümüyle ilgili olanlarının bir araya getirilmesiyle hazırlanmıştır. Böylelikle, İslam'da siyaset ve insan haklarının yerine ilişkin olarak tarafıma ait yazılar, tekrarlardan arınmış sistematik biçimde bir araya getirilmiş oldu. İkinci olarak makalelerde özet ve yoğunlaştırılmış olarak anlatılanlar, kitapta basit ve kolay anlaşılır hâle getirilmeye çalışıldı.
Bu kitabın hazırlanmasından önce, İslam'da din özgürlüğünün esas ve içerik olarak temellendirilmesini ele alan "İslam'da Din Özgürlüğünün Temelleri -Kelamî Bir Yaklaşım-" (klm yay., İst. 2016.) adlı kitap yayımlandı Din özgürlüğünün insan haklarının önemli bir başlığı olması nedeniyle iki kitabın ortak konuları var. "İslam'da Din Özgürlüğünün Temelleri" kitabında ayrıntılı olarak ele alınan konular, tekrardan kaçınmak için, bu kitapta çok kısa olarak verildi.
Giriş bölümünde, modern bir mefhum olarak insan haklarına ilişkin genel bilgiler verilmiştir. Ayrıca güncelliğini koruyan bir mesele olarak din-siyaset ilişkisine ilişkin farklı yaklaşımlar ve bunların Kur'an'ın ilkeleri açısından değerlendirmesine yer verilmiştir.
Birinci bölümde, tarih boyunca siyasi gücün kaynağı ve dayanağına ilişkin başlıca yaklaşımlar karşılaştırılmalı olarak ele alınmıştır. Bu bağlamda, egemenlik ve siyasî iktidar gibi kavramlar da açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. Farklı siyaset anlayışları açısından, devlet karşısında bireyin yeri ve insan haklarının devletin işleyişine etkisi incelenmiştir.
İkinci bölümde ise İslam'da siyasete yön veren ilkeler ve bunların siyasete usûl bakımından başka bir ifadeyle küllî kaideler olarak yansımaları üzerinde durulmuştur. İslâm’ın ortaya koyduğu inanç ve anlayış açısından, birey-devlet ilişkisi noktasında bir insan hakları fikri ve hukukunun oluşup oluşmadığının tespitine çalışılmıştır.
Muhalefet, sivil itaatsizlik ve direnme gibi kavramlar tahlil edilerek, İslam’da ona mukabil bir kavram ya da onu yasaklayan yahut aksine onu gerektiren durumların olup olmadığı, kelâmcıların ortaya koyduğu görüşler ve Kur’an’dan çıkartılacak ilkeler ışığında ele alınacaktır.
[1] Despotizm, zorbalık, istibdat ve baskıcı yönetim demektir. Siyasi gücün, başına buyruk hareket eden bir kişinin elinde bulunduğu, onu kayıtlayan hukukun bulunmadığı yönetim şeklidir. Dolayısıyla yönetim, keyfi ve baskıcıdır, bireysel özgürlük ve hakların bir güvencesi yoktur.
Ayrıca, “Tüm despotizmler yoğun biçimde gizli servislere yaslanırlar ve kendilerini yabancı halklardan ziyade kendi halklarının tehdidi altında hissederler.” Arendt, Totalitarizmin Kaynakları, III, 218.
Despotizm, mutlakî yönetimde görülür. Faşizm'de de despotizm vardır, ancak faşizm, devleti yüceltme, insanlara devletin amaçları uğruna kendilerine feda etmeye yönelten bir ideoloji aşılama yönüyle farklılaşır. Totalitarizm ise devletin sıkı dokunmuş yapısı ile bütün her şeye müdahale etmesi; insanı ve toplumu yeni baştan kendi ideolojisine göre şekillendirmeye yönelik tahakkümü ile faklılaşır.
[2] Siyaset konusunun, İslam'da, doğrudan inanç hükümlerinin yer aldığı bir alan olmadığı açıktır. Siyasetin kelam ilminin bir konusu hâline gelmesinin arkaplanında ayet ve hadislerin farklı anlaşılması ve yorumlanması değil, siyasî olaylar vardır. Buradaki etken şöyle özetlenebilir: siyasî ayrlıklar, ayrılığı itikadî görüşlerle kendini meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Özellikle Şia, siyasî görüşlerini 'inancın temelleri (usûlü'd-Dîn)' içinde konumlandırmış , 'temel ayrılık noktası inanç' (imamet akidesi) hâline getirmiştir. Akaid risaleleri ve kelam kitaplarında siyaset konusuna yer verilmesi, öncelikle bu mezhebin görüşlerini cevaplama amacına yöneliktir.
Ancak, siyaset dolaylı olarak inançtan bağımsızbir alan değildir. Çünkü İslam inancı, insanın tüm duyuş ve düşünüş etkinliğini şekillendirir. Bunun insan hayatına ve topluma yansımaları vardır.
Kısaca, siyaset, doğrudan inancın konusu değildir ama inancın toplum ve siyasete yansımaları vardır. Bu nedenle siyaset, klâsik kelam içinde değil onun yeni bir ilim dalı olarak sosyal kelam ilçinde yer almalıdır. Bu hususla ilgili geniş geniş bilgi için bk. Ardoğan, Recep, Temellerden Topluma -Kelam İlminde Sosyal Açılımlar-, klm yay., 2016, ss. 254-255.