Fransa gözümde hep sinemanın anavatanı oldu. İhtilaller, aydınlanmalar, çatışmalar ve göçlere sahne olmuş bu ülkenin benim için en dikkate değer yönü sineması oldu. Tüm bu yukarıda saydıklarımı sinema aracılığıyla keşfettim ve büyülendim. Dili, estetği, içeriği ve içkinliği yaşama tutunmama, motive olmama, alternatif bakış açıları geliştirmeme vesile oldu. Proust ne demişti “asıl keşif yeni kıtalar bulmak değil yeni; farklı bir gözle bakabilmektir”. Ben de Fransız sineması ile yaşama yeni bir gözle bakmayı dendim.
Benim için sinema demek Amélie (Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain) demekti. Le Peuple migrateur demekti. À la folie... pas du tout demekti. İlk bu filmleri izlemiştim ve filmler benim için sinema olmaya başlamıştı. Serüven böyle başladı ve yıllar geçtikçe devasa bir arşive dönüştü; koleksiyon halini aldı. Yıllarca bunalım içinde olduğum dönemde bu filmlerle sevgiyi, hüznü, düşüncenin gücünü, imanın saflığını, eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşliği hissetmiştim.
2010 yılında Erasmus değişim programı ile sinemadan tanıdığım ülkeyi ziyaret etmiş bu sinemasal büyünün içine girmiştim. Fark ettim ki daha öğrenmen; keşfetmem gereken çok şey var. Gerçekle tanıtşığımda hem hayal kırıklıkları hem de sevinçlerim oldu. Kurduğum dostluklar ve fark ettiğim kültürel detaylar bu ülkeye yeniden ama daha gerçekçi bir zeminde âşık olmama neden oldu. Bence aşk gerçeğe dokunduğunuzda ortaya çıkıyor başa türlüsü bir halisünasyon.