Sanatta Tema: Yemek, birbirini takip edecek, sanata yansıyan birtakım kavramların bir dizi kitap içerisinde ele alınması fikrinden hareketle, serinin ilk basamağı olarak ortaya çıktı ve nihayetinde yaklaşık bir yılı aşkın bir sürenin sonunda, kitap son şeklini aldı. Ortaya birbirinden ilginç, içinde tarih, kültür, sanat ve yemekle ilişkili “lezzetli” konular barındıran yazılar çıktı. Kitabın fikir babası olduğumdan, önsözünü ve girişini kaleme almak bana düştü. Önsöze not düşmek istediğim pek çok konuyu genel bir başlık altında giriş bölümüne bırakmayı yeğledim ve hatta giriş bölümünü, tekrara düşmemek adına, kitap içerisindeki diğer yazılar tamamlandıktan sonra kaleme aldım.
Bir akademisyen gözüyle değil de, bir sanat tarihçisi olarak yemekle sanatın ilişkisini ya da sanatın yemekle ilişkisini kavramsal olarak sorgulayan bir dizi akademik ve hatta popüler yazıyı gözden geçirdiğimde karşıma çıkan yayınların çoğunun ülke dışından olmasının beni hayal kırıklığına uğratmasından mıdır bilmem; neden dedim? Ki açıklayacağım... Görsel sanatlarla yemeğin, mutfağın, sofraların vs. ilişkisini kurma ve sorgulama işi aslında insanlık tarihine dair az çok fikir sahibi olmayı gerektirir, bir yandan da ticaret, botanik, kültür, sosyoloji, vs... Ve yemek meselesinin insanlık tarihi içerisinde daha sıfır noktasında var olduğunu ve bu bağlamda eğer böylesi bir kitaba bir giriş yazılacaksa, başlangıç noktasını da ta en başa taşımak gerektiğini düşündüm; tabiri caizse kitabın başında biraz “Amerika yeniden keşfedilmeli”ydi. Bir yandan bu konu aslında yazarın neyi bildiğiyle ve yazmak istediğiyle değil, onun yazdıklarını okuyacak, kendi süzgecinden geçirecek, yazdıklarından keyif alacak olanların -yani okurun- beklentisiyle de ilişkiliydi. Sâhi okur, yazardan ne beklerdi? Böyle bir soruyu kalıplaşmış bilgi sistemleri ile donatılmış ve insanlığın genetik kodlarıyla nesilden nesile aktarılan, dinle şekillenen ve hatta gelenekselleşen düşünce sistemini haiz “modern” zihinler açısından ele almanın zorluğu, cevabı oldukça karmaşık hale getirir. Velhâsıl Kitap yazma meselesinde, yazılmamış olanı yazmak, yazılmış olanın üzerine yeni bir şey söylemek ya da bilime, sanata, edebiyata, kısacası yazın dünyasına ve okurun okuma hazzına katkı sağlayacak olmanın verdiği gönül rahatlığıyla yazılmış bir kitap her şeyin ötesindedir. Üstelik ve bu bağlamda, modern Sanat Tarihi yazıcılığı, artık istatistikî, eski moda, var olanı tekrarlamaktan öteye geçemeyen anlayışından uzaklaştığı için, sanatın, imgeler dünyasının ve sembolizminin makro evreni üzerine yazmak, adeta bir konuyu bir arkeolog edasıyla, kazarcasına yazmak, yazara müthiş keyif veren bir şeydir. Öte yandan modern düşünce sistemleri üzerinden sunulan sanat tarihsel çıktılar, metodolojik yaklaşımı sağlam bir temele oturduğunda, okuru besler; var olana başka gözle bakmayı güdüler. Sanat tarihindeki “klasik” anlayış Erwin Panosky’nin imgeleri belli kalıba oturtan ikonolojik yaklaşımını benimser. Oysaki sanat tarihinin çok-disiplinli günümüz metodolojisine uyarlılığı ve bunu benimseyişi bir noktada Panofsky’nin resim/imge çözümleme üzerine savladığını yalnızca kullanır; fakat başka pek çok şeyden de beslenir. Bir noktadaysa sanatın tarihindeki imgelerin yorumunun, izleyicinin bellek kalıbı doğrultusunda şekillendiğini unutmamak gerekir. Bellekler tarihle, zamanla, olaylarla, bireysel yaşantılarla, inanışlarla, öğretilenlerle, öğretilmişliklerle şekillenir ve sürekli evrilir. Evrim geçiren bellekler sanatı da bu evrime dâhil eder, sanatçıyı da, kendini de; hatta daha makro düzeyde toplumu da ve dolayısıyla çağı da.